1

Çocuğunuza Yaklaşırken Siz Hangi Aile Tipine Giriyosunuz?

AİLE TİPLERİ VE YAKLAŞIM ŞEKİLLERİ:

Bana gelen danışanlarım ile olan çalışmalarımda ailenin odamdaki oturuş şekli bile çok önemlidir. Belki aileler bana çocuklarını getirdiklerini düşünürler ama bir diğer gerçek ise kendilerini de bana getirdikleridir.. Elbette Psikiyatrist olmak demek bana insanların haklarına ve sınırlarına müdahale etme yetkisini vermemektedir. Bunun bilinci içerisinde olan bir kişi olarak, elimdeki tüm bilgiyi o aileye dolayısıyla da gence ya da çocuğa ulaştırmak isterim. Ama aile bir bütündür. Bir dedektif gibi gerekli tüm ipuçlarını toplamadan sonuca ulaşamayız. Her ailedeki sorunun yansıyışı nasıl herkesin parmak izi farklı ise her aile içinde farklıdır. Onun için bence fazla konuşmadan her şeyi anlamaya çalışmak ve kanıtlar toplamak gerekir. Hiç unutmam oğlum bir gün bozulmuş oyuncağını eline alarak, hemen tamir etmeye çalışmayarak hafifçe mırıldanıp şöyle demişti; “ Bakalım buaraba nasıl çalışıyormuş” . O anda oğlum benim bile hiç aklıma gelmeyen bir şeyi hayat felsefem haline getirmişti. Bir şeyin nasıl bozulduğuna yönelmeden önce nasıl çalıştığını bilmelisin ki hatayı ya da arızayı daha çabuk anlayabilesin. Çocuğumuz ağladığında bazen bizlerde yer yer çocuğumuza “Ağlayacak ne var şimdi “diye söyleyiveririz. Hem de neden ağladığını anlamadan. Öncelikle belkide hepimiz çocuğumuzun neler yaşadığını, neler düşündüğünü, neler hissettiğini anlamadan onunla iletişime geçmemeliyiz. Önce sabırla anlamaya çalıştığımızda zaten çocuğunuz dinlendiğini hissettiği için kendisini değerli ve bir o kadar da güvende hissedecektir. Elinizde iyi bir yol haritası olursa hedefe kısa zamanda ulaşırsınız. Bu nedenle başlangıçta elde edilecek her veriyi değerlendirmeniz gerekir. Bende meslek hayatımda aileye ve çocuğa yararlı olabilmek için o aileyi iyi tanımak gerektiğine inanıyorum. Hatta benim için gelen ailedeki anne ve babanın kendi anne ve babası ile olan ilişkisinin düzeyi ve kalitesi bile çok önemlidir. Çünkü bazen kendi ailemiz ile elde edemediğimiz ya da çözemediğimiz sorunları çocuklarımıza atfederek çözmeye çalışır ama bundan bir haber olarak yaşarız. Babamızın bize olan davranışlarını doğru ya da yanlış diye sorgulamadan aynı şekilde çocuğumuza da öyle davranarak aktarmaya çalışırız. Bunun ne kadar acı olduğunu en fazla bizler yaşayarak bilmemize rağmen, aynı acıyı çocuğumuza çektirerek ne anlarız isterseniz kısaca sizlere bir de ondan bahsedeyim. Bir anne düşünün ki gençliğinde ailesi okumalısın demesine rağmen tam iyi bir şekilde okurken bir gence âşık olmuş. Okulunu aşkı uğruna bırakmış ve tabiri caiz ise evinin kadını olmaya karar vermiş. Her ne kadar ailesi bu olayı tasvip etmese de bir şekilde ailesini ikna etmiş. Hayatının ileri dönemlerinde aşk ve sevgi dolu sözlerin yerini, kendisini değersiz hissettirecek sözler duymaya başlayınca “ Keşke okusaydım” demeye başlamış. Ama iş işten geçince kızına yönelerek “Ben yaptım sen yapma “ diyerek kızının üzerine titremeye başlamış. Doğal olarak da kız çocuğu bu duruma öfke ile karşılık vermiş. Anne, geçmişte duyduğu pişmanlığı bu şekilde yok etmeye çalışmaktadır. Kızı, kendi çocukluğu; şimdiki kendisi ise geçmişteki anne ve babasıdır. Geçmişte pişmanlık duyduğu hatayı kızına yaptırmayacak olursa kendi geçmişini de onaracak, dolayısıyla da pişmanlığı yok olacak kızını da kurtarmış olacaktır. Yani geçmişte yapmadığını şimdi kızına yaptırarak kendi geçmişini onaracaktır. Bir taşla üç kuş vurmak bu olsa gerek. Bu açıdan baktığımda çocuklarının ellerinden tutarak dershane dershane dolaşan anneleri, sınavlara kendileri girecekmiş gibi aşırı derecede heyecanlanan anneleri daha iyi anlamaktayım. Daha öncede anlattığım gibi bir ihtiyaç ne kadar geçmişten geliyor ve tatmin olamamış ise o bizi oka dar yanlış yönlendirir. Çevremizle sorunlar yaşamamıza neden olur. Anne baba ve çocuğun ihtiyaçları çatıştığında her zaman kriz olur. Buna da bizler kuşak çatışması der dururuz. . Burada psikiyatrist olmam nedeni ile ahkâm kesmeye hiç niyetim yok. Ama bildiğim tek şey var ki oda; her anne – babanın ihtiyaçları her anne baba için farklı olduğudur. Çok ayrı kişiliklerimiz olduğu gibi çok farklı da aile düzenlerimiz ve tiplerimiz vardır. Her ne kadar insanın bazı gerçekleri duyması hoşuna gitmese de bu kitabın bu satırlarına kadar geldiğinize göre bununla bilinçlenmeye hazır bir kişisiniz diye düşünerek, müsaadenizle sizlere kısaca aile tiplemelerinden bahsetmek stiyorum.

ÇOK SEVEN??? ÇOK KOLLAYAN ANNE­ BABA:

Çok sevenin yanına koyduğum soru işaretleri kaza ile olmadı ya da yanlışlıkla elim değmedi biraz sonra bunun nedenini sizlerle paylaşacağım. Bu aileler esasında çok iyi niyetlidir. Herkesin en iyi anne en iyi babası olabilirler. En iyi komşusu olabilirler. Sadece iyi olamadıkları tek kişi kendileridir. Herkese karşı çok verici ve duyarlıdırlar ama kendilerine karşı ise bir o kadar da duyarsızdırlar. Sürekli böyle anne ve babaların kafalarında kaygılı düşünceler vardır. Çocuklarının başlarına kötü bir şey geleceği düşüncesi vardır. Bu nedenle de onları pek yanlarından ayırmak istemezler. Kendilerine sorduğunuzda çocuklarının iyiliğini düşündüklerini söyleseler de bence pek inandırıcı gelmemektedir. Daha öncede belirttiğim gibi hepimiz hayatta kendimiz için yaşarız ne yaparsak yapalım temelinde kendimizle buluşuruz. Ne yaparsak yapalım adı çocuklarda olsa temelde kendimiz vardır. Allah korusun onların başlarına bir şey gelse bizler ne oluruz? Çok üzülürüz, huzurumuz kalmaz. Bu nedenle de onları aşağıya yollamaz, bakkala yollamaz kısacası gözümüzün önünden ayırmayız. Peki, ne için böyle yaparız? Açıkçası,kendi huzurumuz için. Kendimiz huzurlu oluruz orası doğru, esasında, çocuğumuzda huzurlu olur ama ne zamana kadar? Taki anne ve/veya baba, çocuk birbirlerinden ayrılana kadar. Ne zaman ayrılsalar her ikisi de bu ayrılığı tolare edemez. Huzursuz olurlar. Aile çocuğunun başına bir şey geleceği belirsizliğini tolare edemez. Çocukta, tek başına inisiyatif kullanmayı bilemediği için, hep birileri bugüne kadar onun yerine karar verdiği için, yanlış yapacağından, hata yapacağından korkar. Kısacası ne ekersek onu biçeriz. Bizim kafamızda felaket senaryoları olduğunda çocuğumuzun kafasında da felaket senaryoları olur. Peki böyle çocukları ileride ne gibi sıkıntılar bekler. Öncelikle bu çocuklar “Hayır”, “Sana katılmıyorum”, “olmaz”, “Bu yanlış” , gibi kelime ya da cümleleri pek diyemezler.(2; S53) Bir çocuğu hayır diyebilme gücünü engellemek, ömür boyu o çocuğa yanında taşımak zorunda kalacağı engeller vermek anlamına gelir. Bu çocukların hayır diyerek kendilerini korumaları gerektiğinde adeta sözcük boğazlarına takılır. Peki neden bu kelimeyi bu çocuklar diyemezler ve bireyselleşemezler. Neden birilerinin kanatları altında iken huzurlu, yalnız kaldıklarında hep huzursuz olurlar. Bunun için aklıma çok sayıda neden gelse de en başlıcalarını sıralamak gerkirse; “ Karşısındakini incitme düşüncesi”; “ Terk edileme ve yalnız kalma korkusu”, “ Bir başkasının öfkesinden korkma”, “ Utanılacak bir duruma düşme korkusu”, “ Kişinin kendisini eleştiren katı vicdanı, kötü ya da bencil bir insan olarak düşünüleceği korkusu” vb. Ama bu kadar düşüncenin ya da inancın temelinde tek bir korku vardır. Oda ne diye sorarsanız biraz düşündürerek yanıt vermek isterim. Hepimiz hayatta birilerini severiz. Peki ama ne için severiz? Karşılık beklemeden mi severiz? İnanın ben buna hiç ama hiç inanmıyorum. Hayatta en karşılıksız sevgi, çocuklarımıza karşı beslediğimiz sevgidir. Onda bile esasında temelinde karşılık vardır. Seven bir insan ne derseniz deyin sevilmek için sever. Bu çocukların en fazla korktukları durum, eğer hayır derse, ya da karşı kişinin fikrine katılmazsa sevilmeyeceği, reddedileceği ve yalnız kalacağı düşüncesidir. Bu nedenle rezil olmaktan da çok fazla korkarlar.

Kısacası en temel korkuları sevilmeme korkusudur. Bu nedenle bu çocuklar, bu kadar acıya dayanırlar, yer yer de okulda, işte, hatta evde çevresi tarafından suistimal edilmeye tahammül ederler. Bu nedenle bu çocuklara hep yumuşak başlı denir. Yumuşak başlılıklarının altında yatan maale3sef seçimleri değil korkularıdır. Çok acı bir tablo çizdim diye düşünüyorsanız inanın sonuçta ne ekersek onu biçiyoruz. Kaç kez onlara söz hakkı verdiniz?, kaç kez bize katılmıyorlar diye onlara bağırmadınız?, kaç kez başlarına kötü bir şey gelir diye onları şuraya buraya yolladınız? Hem kendimize bağımlı kıldık hem de arada cesaret gelirde kendi başlarına bir şey yaparlarsa diye de onları korkuttuk. Sonrada neden benim çocuğum cesaretsiz diye yakındık? Kusura bakmayın ama bu az bahşiş verip çok fazla itibar beklemeye benzer.

SIKI DİSİPLİNLİ İYİMSER AİLE: Bu ailelerde çocuklarına düşkün ve sevecendirler. Çocuğunun tüm isteklerini karşılarlar. Çocuğunun sağlığı ve öğrenimi için hiçbir özveriden kaçınmaz. Dersleri ile yakından ilgilenir, özel ders aldırıp kurslara yollar. Çocuğunun iyiliği için en ufacık bir ayrıntıyı bile düşünür. Adeta kafasında oluşturmaya çalıştığı bir çocuk vardır. İyimser bir ailedir ama bence yaptığı tek hata çocuğunu çocuğu olarak kabullenmez. Kafasında yaratmak istediği kişi olarak görür. Arada sırada çocuk, sözleri ya da davranışları ile o çocuğun kendisi olmadığını çağrıştıracak söz ya da davranışlarda bulunsa da anne ya da baba bunu pek anlamak istemez. Çocuğunun kapasitesinin üzerinde beklentiler içerisindedir. Ben yıllardır bu kadar iyimser ve verici olan bu ailelerin neden böyle yaptıklarını düşünüp durdum. Hepimizin hayattan beklentileri vardır. Kimisine ulaşır kimisine ulaşamayız. Ulaşamadım demek bazen bize çok ağır gelir. Bazen “şimdiki aklım olsa” deriz ama şimdiki zaman o kaçan zamanda değildir. Tam böyle düşünürken Allah bize bir çocuk verir. İşte fırsat bu fırsattır. Allah bize kaçırılan fırsatları, geri çevirilen imkânları tekrar düzeltebilme fırsatı verilmiştir. O yüzden çocuğumuzun, bizim yaptığımız hataları yapmasını istemeyiz. Kendi çocuğumuzu, kendi çocukluğumuz yapı veririz. Tekrar onun üzerinden kendi çocukluğumuzu onarmaya çalışırız. Onun da kendi çocukluğumuzda yaptığı hataları yapmayı tercih ettiğini sezdiğimizde de “ Senden adam olmaz vb” hakaretleri suratına sıralayıveririz. Öfkeleniriz. Yapamadıklarımızı, içimizde kalanları hep onun üzerinden yapmaya çalışırız. Çocuğumuzun kapasitesini bilmeden ona bale ya da piyano dersleri aldırırız. Sınavlara hazırlar, yarışmalara sokarız. Böyle anne ya da babalar, çocuklarına karşı verici ama bir o kadar da beklentileri yüksektirler. Peki, ne yapalım diyeceksiniz? Hiç beklentimiz olmasın mı? Elbette beklentiniz olsun. Ama kazancınız çok az iken daha ev kirasını bile ödeyemez iken villam olsun diye düşünürseniz duygunuz ne olurdu? Kaygı ve öfke olur. Çünkü yetersizliğin altında yatan duygu her zaman öfkedir. Böyle beklentiniz olduğunda çocuğunuza öfkelenirsiniz. Oda beklentileri yerine getiremiyorum diye kendisini suçlar ya da yapamıyorum demektense canım istemiyor demeyi tercih ederek beklentinize yanıt vermeyecek davranışlarda bulunur. Kısacası en iyi ihtimal ile suyu getirmem demez ama döküp getirir. Diğer ihtimaller ise ürkek ve çekingen olur. Çocuğun kaldırma kapasitesi otuz kilo iken ondan yüz kilo kaldırmasını beklemek zamanla çocuğu sakatlanmasına neden olur. Birde ağırlığı kaldıramıyor diye onu aşağılamak, kıyaslamak artık egosuna ve kişiliğine de zarar verir. Bu koşullarda yetişen bir çocuk, yeteneği varsa okulda başarı gösterebilir, örnek öğrenci de olabilir, ancak arkadaş ilişkilerinde çekingen olabilir. Girişken olamayabilir, sürekli onay bekleyebilir. Kendi başına karar veremeyebilir, yanlış yapmaktan korkabilir. İleri düzeyde zihinsel bir kusuru olmadığı sürece isteyen ve çalışan her çocuk başarılı olabileceğine inanıyorum. Ama çocuğunun kapasitesini bilerek o yönde çocuğa yön vermek gerekir. Bir anda yüklenmek, onun yerine kararlar vermek ve en önemlisi onu bu konuda zorlamak doğru olmayacaktır. Çok çeşitli yollar denemek gerekir ama onu sürükleyerek değil, ona bunu onunla yan yana hareket ederek göstermek gerekir. Düşündüğünüz doğru olabilir, yerden göğe kadarda haklı olabilirsiniz ama önce çocuğa bunu fark ettirmek gerekir. Fark ettirmeden değişim olmayacaktır. Hele hele kalıcı bir değişim asla olmayacaktır. O zaman çok kötü bir dirençle karşılaşırsınız. Eğer dirençle karşılaşıyorsanız bilin ki hızlı gidiyorsunuz demektir. Yılmayın devam edin ama onun hızına ulaşarak. Çok mu yavaş gidiyor o zaman motivasyona ihtiyacı vardır. Bu yavaşlama bile geçmişte hızlı gitmiş olduğunuzun bir göstergesi olabilir. Çok iyi dans edebilirsiniz ama dans ettiğiniz eşinizin kapasitesini bilmeden dans ettiğinizde eşiniz bir daha sizinle dans etmek istemeyecektir. Çünkü kimse hayatta yetersizlik duygusu yaşamaktan zevk almaz. Bu durumda rahatsızlık veren bir nesne ya da buna sebep olan duygudan kaçarsınız. Bu kişi anne ya da babanız olsa bile. Esasında her türlü ilişkide çıkan çatışmalar hep sınır çatışmasıdır. Bu sınırda neymiş diye düşünüyorsanız bunu anlamak için bir asansöre binin ve bir insanın yaklaşmasından rahatsızlık duyduğunuz en son noktaya kadar bekleyin. İşte bu sizin sınırınızdır. Rahatsız olduğunuz noktada asansördeki kişi bunu bilmiyor ve hala burnunuzun dibine kadar gelmeye çalışıyorsa yaşadığınız duygu öfkedir. Tüm boşanmalar, savaşlar ve çocuklarınız ile olan kuşak çatışmalarınızın altında bu sınır çatışmaları yatmaktadır. Ben nerede başlıyorum karşısı nerede bitiyor’u iyi bilmek gerekir. Kendi hayal kırıklıklarımızı, kendi beklentilerimizi çocuğumuzun kapasitesini, arzularını bilmeden onlara yaptırmaya çalışmak onları hiçe saymaktır. Onun sınırları olduğunu düşünmeden kendi sınırlarımızı genişletmeye çalışmak demektir. Buna da her kim olursa olsun öfkelenir. İnanın sizde buna çok öfkelenirsiniz. Çevremizle yaşadığımız her sorunun altında bizim sınırlarımızın ne olduğunu bilmeden yada sınırlarımızın ne olduğunu anlamaya çalışmadan yapılanlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü hep dipte ulaşacağımız nokta, değersizlik duygusudur. Bizi bu durumda öfkelendiren “Saygı gösterilmeyecek, anlaşılmaya çalışılmayacak kadar değersiz miyim?” düşüncesidir. Kısacası sınırlar duvar değildir. Önemli olan şey, sınırlarınızın geçişe izin verecek kadar saydam, ancak tehlikeleri uzak tutacak kadar sağlam olmasıdır. Sınırları evinizin kapısı gibi düşünün, sevdiğiniz ve güvendiğiniz dostlarınızın içeri girebilmesi için yerine göre açılabilen, hırsızların ve kötü niyetli insanların içeri girmemesi için yerine göre her yerinden kilitleyebileceğiniz kadar da kapalı olmalıdır. Sınırlar her türlü ilişkide en önemli kısımdır. Maalesef hayatta bir türlü değiştiremediğimiz çoğu huyumuzun nedeni, onları hayatımızın çok erken yıllarında öğrenmiş olmamızdan kaynaklanmaktadır. Sınırsız olduğunu düşünen, insanların en sevmediği kelime genelde “Hayır” kelimesidir. Bu nedenle çocuğunuz ile sınırlarınızın oluşması, onun, çevresi ile olan sınırlarının gelişmesi için çok önemlidir. Bu nedenle çocuğunuza bu kelimeyi arada söyleyin ve onun bunu onun tolare etmesini sağlayın. Yoksa oda bu dünyayı içinde hiç hayır olmayan bir Jüpiter zannedecektir.

ÇOCUĞUNUN HER DEDİĞİNİ YAPAN AİLE:

Bu aile yapısında ise çocuğun her dediği genelde yapılır. Onaylanmasa da istenmese de sonuçta çocuğun dediği yapılmış olunur. Çocuk her istediğini bir türlü yaptırır. Bu ailelerde bazen anne ve baba bu nedenle kavga ederler. Genelde çok çalışan anne ya da babalar yumuşak kalplilik adı altında çocuğuna pek yaptırım uygulayamazlar. Çocukta her ne isterse istesin isteğinin önüne serildiği bir dünyada yaşadığını zanneder. Genelde her istediği küçükken pek yapılmayan babası ile ilişkileri sınırlı olan ailelerde yetişen babalar çocuklarının her istediğini yaparlar. Sınırsızlığın , çocuğunun her istediğini alıyor ya da yapıyor olmanın en iyi annelik ya da babalık olduğunu düşünürler. Bu ailede yetişen çocuklar ileride aşırı talepkar ve istekleri hiç bitmeyen çocuklar olurlar. Bir isteği olmaz ise sizden kötüsü yoktur. Yapılanlar bir dakikada çöpe atılır. Böyle yetişmiş çocuklar, işin kötüsü yarın bir gün aynı davranışı çevresinden de beklerler. Yarın bir gün eşi yada çocukları da onlara istediklerini yapmazlarsa kaba olabilirler. Stresi tolare edemezler. Anında öfkelenirler. Yani bu çocuklara küçükken hiç hayır denilmediği için büyüdüklerinde hayatın bir noktasında hayat onlara” Hayır” dediğinde bunu pek anlamazlar ve acı çekerler. Buna da dolayısıyla öfkelenirler ama bu öfkenin işe yaradığı bir yere meslek hayatımda pek rastlamadım. Bu kişiler isteklerini kabul ettirmek için çeşitli yollar denerler ve bir kısmı başkalarının sınırlarına pek saygı göstermezler. Başkalarının haklarını bir tank gibi çiğnemeye çalışırlar. Bazen sözleriyle, bazen de fiziksel olarak başkalarının haklarını suistimal ederler. Sanki bir “Evet” dünyasında yaşıyor gibidirler. Orada hayır kelimesine pek yer yoktur. Başkalarını değiştirmeye çalışırlar, bütün dünyayı, yaşamın nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerine uydurmaya çalışırlar. Bir türlü başkalarını olduğu gibi kabul edemezler. ( 2; 58) Bu durumda yetişen çocukların bazıları ise bu kadar baskıcı değildirler. Onlarda çevresindekileri sınırlarında dışarı çıkarmaya ikna etmeye ve evet dedirtmeye çalışırlar. Bazen bir arkadaşları için iyilik yapabilirler. Sevecen davranarak karşı taraftan sevgi göreceklerini umut ederler. Daha sonra da beklemeye geçerek yaptığı iyiliğin karşılığını görmeyi beklerler. Bu bir sevgi değildir. Çünkü gerçek sevgi asla karşılık beklemez. Neden insanlar sizce hediye almaktan çok hoşlanırlar. Bazı hediyeler vardır ki maddi değeri çok yüksektir ama adeta bir borçtur, bazı hediyeler de vardır ki maddi olarak çok az değere sahiptir ama hayatımız boyunca unutulmazlar. Çünkü hediye kişiye verilen değeri simgeler. Bu hediye ne kadar karşılık beklenilmeden yapılıyorsa bizler için o hediye o kadar değerli ve unutulmaz olacaktır. Dolayısıyla bir başkasının bize önem vermesi ona önem vermek, o kişiyi kontrol etmek için kullandığımız bir yöntemden başka bir şey değildir. Tıpkı gelmesi beklenilen ve borç gibi alınan hediyeler gibi sahtedir.Böyle bir yöntemin “ diğer” tarafında bulunduysanız yani yöntemi kullanan değil, kullanılan taraf olduysanız neden bahsettiğimi çok daha iyi anlayabilirsiniz. Bu türde yetişen yani her dediği yapılarak yetiştirilen çocuklar böyle ilişkiler yaşadıkları içinde hep yalnız kalırlar. Belki çevrelerinde çok kişi var gibi gözükebilir ama hepsi sahtedir. Bugün var yarın yokturlar. Sonuçta kim kendisini karşısındakilerin isteklerini yerine getirmek için kullanılan bir nesne gibi hissetmekten hoşlanabilir ki.

BASKICI VE SEVGİSİZ AİLE: Bu ailede yetişen çocuklar genelde hor görülmüştür. Bir türlü çocuk, sevgiden uzak olarak yetişmiştir. Aile ortamı gergindir. Bol eleştiri, azar, aşağılama ve hatta bazen dayak da vardır. Bu ailelerde yukarıda bahsetmiş olduğum çocuğu dinlemek, anlamaya çalışmak, davranışının nedenini araştırmak gibi duygusal paylaşma belirtileri pek görülmez. Bunların çok sayıda sebebi olabilir. Çocuğun anne ya da babası da sevgiden yoksun bir ailede yetişmiş olabilir. Doğal olarak da anne ve babasından ne görmüşse çocuğuna da onu tatbik etmeye çalışır. Çünkü ben anne ve babalığın ailede öğrenildiği düşüncesindeyim. Ya da anne ve baba ayrılmıştır ve ebeveynlerden birisi çocuğunu hiç aramıyordur. Çocukta bu durumda kendisini değersiz hissedecektir. İster dayak yesin ister anne ya da babası dışlamış olsun bu duygu ile büyüyen her çocuk, kendisini değersiz hissederek içinde bir öfke ile büyüyecektir. Buna en güzel örnek ise hiperaktif çocuklardır.Hiperaktif olduğu için çocuk elinde olmadan aşırı hareketlidir. Anne ve baba çocuğu kontrol etmekte zorlanır. Yani çocuk, istemeden anne ve babasının sınırlarını zorlamaktadır. Sınırlar zorlanınca da her zaman çıkan duygu öfke olduğu için anne ve baba çocuğu hırpalamaya başlayacaktır. Yani çocuğun biyokimyasal bir rahatsızlığı nedeni ile kişiliği de zarar görmeye başlamıştır. Aşırı hareketlilik hiperaktif olan çocuklar için, ayağınız kırıldığında ağrı hissetmeniz kadar doğal bir durumdur.

Böyle çocuklar kendinden küçüklere saygısız olabilir. Kuralları pek tanımak istemez, engellendiğinde istediği yapılmadığında bu duruma öfke ile yanıt verir. Özellikle ergenlikte kendisi gibi kişilerle arkadaşlık kurmak ister. Bence en büyük tehlikede burada başlamaktadır. Çünkü bu çocuklar ile olan arkadaşlıklar neticesinde hayatlarına uyuşturucu dahil her türlü kötü alışkanlıklar girebilmektedir.Belki konumuzla pek alakasız diyebilirsiniz ama aklıma gelmişken bir noktaya da değinmeden geçemeyeceğim. Hem psikiyatrist hem de terapist olmamdan kaynaklanıyor olsa gerek ki bana getirilen çocukların ebeveynlerini de dikkatle analiz etmeye çalışırım. Bence en büyük sır orada yatmaktadır. Ayrılmış çiftlerde bir ebeveyn çocuğunu hiç aramıyorsa tüm yük çocuğu ile beraber kalan ebeveynin omuzlarına kalmışsa o ebeveynde zamanla tükenmişlik başlamaktadır. Bence tükenmişlik hisseden bir kişi her şeye anında parlayan kişi demektir. Çocuğuna ve hayata karşı tolarebilitesi düşük insan demektir. Hem maddi sıkıntılar, hem yaşanmış ilişki neticesinde ortaya çıkan pişmanlıklar ve suçluluk hisleri derken kişinin en büyük korkusu çocuğunun da evi terk eden ebeveyne çekeceği korkusudur. Bu durumda çocuk bir şey yapmasa bile evde çocukla kalan ebeveyn tarafından çocuğun her davranışı giden ebeveyne benzetilerek tartışma çıkmaktadır. Unutmamak gerekir ki bu çocuk öyle ya da böyle bu kişinin de biyolojik taraflarını taşıyacaktır. Bu durumda benim tavsiyem öncelikle genelde evde kalan anne olduğu için anne ile de çalışmak gerekir. Onun yükü hafifletmeye çalışılmalıdır. Bu durum terapatik ortamda anneye ve çocuğa gösterilmelidir. Zaten babası tarafından terk edilmişlik duygusu yaşayan çocuğa birde annesi tarafından anlaşılmamışlık duygusu yaşatılmamalıdır. Çünkü çocuk bu anlaşılmışlığı dışarıda arayacaktır. Bu durumdan faydalanmak isteyen masum yüzlü canavarlarda emin olun ki bu fırsatı çok iyi değerlendirecektir.

ATAERKİL AİLE: Geleneksel Türk ailesinde babanın tartışılmaz bir üstünlüğü vardır. Babanın gölgesi ağırdır. Evde ilk ve son sözü söyleyen odur. Baba ile tartışmak, sözünün dışına çıkmak pek düşünülemez. Baba ile çocuklar arasında korku ile karışık bir saygı durumu vardır. Çocuklar isteklerini genelde anneleri aracılığı ile babaya iletirler. Baba da yanıtlarını ve tepkilerini anne üzerinden çocuklara iletmeye çalışır. Genelde sözler yerine bakışlar çok daha fazla iletişim kaynağıdır. Baba sevgisini çocuklarına doğrudan değil dolaylı yoldan belli eder. Çocukların eğitiminden ve davranışlarından sorumlu olan annedir. Çocukların baba tarafından hoşa gidilmeyen ya da tasvip edinilmeyen bir davranışı olduğunda anneye “ Senin oğlun ya da senin kızın diye serzenişte bulunulur. Peki, babayı anlattın da annenin durumu nedir? diye düşünenleriniz varsa kısaca onlarında durumundan bahsetmek isterim. Anne; sessiz, çalışkan, kendisinden önce çevresini düşünen çok sevecen bir kadındır. Çocukları için saçını süpürge eder. Eşi eve geleceği zaman teftişe geliniyormuş gibi hissederek eli ayağına dolaşır. Hastalanmadıkça onunda bir duygusu, isteği ve ihtiyaçları olduğu pek hesaba katılmaz. Yakınmaya pek hakkı yoktur. Çocuklarına sinirlense de çocuklar onun ne kadar yumuşak huylu olduğunu bilirler. Bu nedenle de en ufacık sorunlarını annelerine yansıtırlar. Sanki bir kum torbası gibi her kötü giden durumdan kendisi sorumluymuş gibi her sorun ona yansıtılır. Bu tür aile yapısı her ne kadar azalıyor gibi görünse de kırsal alanlarda hala en baskın aile yapısıdır. Bu ailelerde yetişen çocukların genelde kendilerine olan güvenleri düşük olup, otorite karşısında sıkıntı yaşamaktadırlar. Çocuklar genelde hayatları boyunca tek başına da bir birey olabilecekleri konusunda bir çaba içindedirler. Hele birde aile şirketi ya da ortak bir iş içerisindeler ise sınırlar iyice bozulur. Çocuk kendi başına bir karar vermek istediğinde genelde yetersizlik ile tehdit edilir. Tabi çocukta bunun altındaki gizli mesajı alarak geri adım atar. O mesajda “ Bizim dediğimizin dışına çıkarsan seni sevmeyizdir”. Sonuçta çocuk kendini bulabilmesi için sürekli özgür olmakla birey olabilmek arasında gider gelir. Ailelerine bağımlı olarak yaşayanların bir sorunu yoktur. Hatta bu tip çocuklar, ailenin en uyumlu ve gözde olan çocuklarıdırlar. Evlenirken aile tarafından uygun olarak görülen gelin ya da damatta pek sesini çıkarmayan kişiler arasından seçilir. Eğer çocukları yarın bir gün sesini yükseltirse bunun sorumlusu aileye yeni katılan gelin ya da damattır. Bağımlı olmayı başaramayan ama bireysel olabilmek içinde yeteri kadar donanımı ya da cesareti olmayan çocuklar sürekli içlerinde bastırılmış bir öfke ile yaşarlar.

Dr. İbrahim Bilgen
Psikiyatrist-Psikoterapist
Sabah Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

 

İlgili Başlıklar